Zor zamanlardır, insan hakikatini görebilmenin mevsimi. Bir yaprak misali düşerken dalından dal incinmiyorsa senden, yaprak küsmüyorsa bulutlar ağlıyor, rüzgâr yarenlik ediyorsa yolculuğuna ne güzel bir yolculuktur o. Tabiat seni kedere değil de adeta geçmişten daha coşkun bir kaderin ellerine bırakıyordur usulca. Gönlünde sonsuz bir huzurla çırparsın kanatlarını yeni bir geleceğe.
Uhrevi bir huzurla devam ederken yolculuk, mucizevî bir şekilde ibretlik sahneleri de taşır perdeye. Oscar adayı repliklere şahitlik eder, 100 verirsin bir öğretmen edasıyla; ama yüz vermezsin, gülüp geçersin sadece beş para etmez vaaz ve mevzulara. Artık doymuşsundur hikâyelere, masallara, hâl ile hemhâl olur; perişan hâlden hayâ etmeyenlerden hayâ edersin. Edepsizden edebi, cahilden ilmi, hırsızdan helâli, tembelden çalışkanlığı, çakallardan dansı ders etmişsindir ve dahi kan tükürüp kızılcık şerbeti içtim demişsindir. Tanımışsındır artık dostunu, sana mı sadıktır, sana olan ihtiyaçlarına mı? İhtiyaçlar değiştiğinde yön değiştirmiştir sadakat; ancak senin yönün aynıdır istikamet üzerine.
Bin bir türlü hesapla nice kusur hayata geçirilmiş; günler haftaları, haftalar ayları kovalamıştır da tespit edilememiştir kusurun faili. Hep görmezden gelinmiş, başkalarına yüklenmiştir sorumluluğu “Bizi hiç anlamadı, anlamıyor.” denilerek. Kimi zaman “üslup” problem edilmiştir, kimi zaman “diğerkâm” olmak belki de. Kibirle karışık sunulmuştur düstur cahile. Cahilin emriyle rafa kalkan düstur, nice gönlü kırıp döktükten sonra geciken adalet gibi dönmüştür dönmesi gereken yere. Haklıymış Fuzûlî, diploma insanın cehlini alsa da hamurunda varsa eşeklik baki kalıyormuş gerçek. Hikâyedeki gibi vali olmakla adam olmak başka çeşit işlermiş, dün de bugün de. Ah be insanoğlu! Neden bakmazsın aynaya? Acaba bakarsın da görmez misin hakikati yoksa perde mi çekilmiştir gözüne, gönlüne?
Gizli antlaşmaların ve dahi kirli ittifakların sadece tarihte ve tarih kitaplarında kalmaması tarihin değil, hataların tekrar ettiğini gösterdi; göstermeye devam ediyor. Hırsından körelen muhrislerin kurduğu tuzaklar, kendi ayaklarına dolanmış; adalet, ilâhi bir işleyişle yerini bulmuştur. Hâlbuki sünnet olan “istişare” icra edilse kar taneleri misali birbirine zarar vermeden nice güzellikler inşa edilebilirdi, atı alan Üsküdar’ı geçmeseydi. Şu bir gerçek ki nankör ve açsın ey insanoğlu, nankör ve aç! Bekle, toprak doyuracak gözünü.
Bir yaprak misali düşerken dalından, arkanda nice boynu bükük çiçeğin daha gür açacağını görmüşsen gözün kalmaz arkada. Güvensizlik içinde itina ile baktığın o çiçekler, son nefeste de olsa ekmiştir o ümidi kalbine. Nasihatlerin veremediğini bir musibet vermişti belki de. Keşkeler, pişmanlıklar sarsa da dört yanı, denize düşmüşlerse de yılana sarılmayacaklardır; tehlikenin bir nefes kadar yakın olduğunu bilseler de “Kime sarılmalı insan?” sorusunun cevabını bulmuştur artık dünyanın bütün çiçekleri.
Son söz şairin:
Bezlini evvel bahârın kûha sor hâmûna sor
Mâl-i dünyâdan ne alıp gittiğin Kârûn’a sor //Hayâlî
(İlkbaharın saçtığı güzelliklerden ne kaldığını dağlardan, ovalardan sor. Hazinelerinin anahtarlarını develere taşıtan Kârûn’a, dünyadan ayrılırken ne alıp gittiğini bir sormalı.)