Her gün bir şeyler kaybetmekteyiz. Dünyaya geldiğimiz günden beri, ölüme doğru gitmekteyiz. Ömür ağacının yaprakları, sessiz ve sakin bir şekilde, zamanın dallarından düşerken, biz kendimizden habersiz bir şekilde ölümü hiç düşünmüyoruz. Dikkat edilirse; zaman üzerinde insan hayatı akıp gitmektedir. Yüksekçe bir yerden, dünyada yaşayan insanları bir anda görebilmek mümkün olsaydı, insanların musalla taşlarından mezarlıklara doğru akıp gittiklerini görebilirdik. Ağaçların yapraklarının dökülmesi gibi, cemiyet namındaki insan ağacının da her gün yapraklarının dökülerek, toprağın altına gidişi, ibret verici hadiselerdendir. Dünya, öyle bir topraktır ki; kucağındakini kendi besler, kendi yer. İbret nazarıyla bakılınca görülür ki; yerde halı gibi serili olan bu toprak, bizden önce yaşamış nesillerin izleri ve hatıralarıyla doludur. İşte dünyanın mahiyeti budur. Bu sebeple denilmiştir ki; “Onun için onun adı, oldu yer, O, insanı kendi besler, kendi yer.” Toprak, şu ayaklarımızın altında toz, kum, çakıl ve taş parçalarından oluşan madde değil midir? Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz ondan. Gıda, koku, renk, maden, cevher hep onda gizlenmiş... Filizleri sebzeye, gübreyi meyveye, pislikleri hoş kokuya çeviren de o... Bunun için insan, bastığı yeri tanımak zorundadır. Gezindiği toprağın altında, annesi, dedesi, ecdadı mı var? Evvelki milletlerin veya medeniyetlerin izleri mi var? Kemikleri, çürümüş bedenleri veya tarihe mal olmuş antik eserler mi var? Sayısız nice sırlar mı saklı? Canlılara, can vermek için bekleyen tohumlar mı var? Ayaklarının altında, kendi rızkın saklıdır. Ebediyet yolculuğuna çıkan her faninin ardından adeta şöyle seslenmekteyiz; “Git, biz de geliyoruz” Düşünecek olursak; bu cümlenin çok derin anlam taşıdığını fark ederiz. İnsana korku ve ürperti veren ölüm duygusu, İslâm’la güzelleşmiştir. Ölüp aramızdan ayrılan sevdiğimiz kişiler ise, bize şöyle derler; “Her şeyimi dünyada bıraktığımı sanma, Dostların sevgisini yanımda götürüyorum.” Kabristan, karanlıklar ülkesi değil, insana sonunu gösteren, hakikat beldesidir. Günün birinde buraya ye-leşeceğimizi bilir, temelli kalacağımız bu yerimizin güzelleşmesi için çalışırız. Doğum olunca sevinir, ölüm olunca üzülürüz. Bunun sebebi; ölümün, dönüşü olmayan bir yolculuk olmasıdır. Demek ki; insanları üzen ölüm değil, ayrılıktır. Onun için şair; “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” demiştir. Bu dünyaya gelişimiz, belli bir amaç içindir. Neyi ekersek onu biçeriz. Öldükten sonra, kendimiz için neler yapılmasını istiyorsak, biz de ölmüşlerimizin ardından onları yapmalıyız. Peygamberimiz (s.a.v); “Ölülerinizi hayır ile yad ediniz.” (Tirmizi, Cenaiz, 34) buyurmaktadır. Ölen insanlara saygı duymak, onların hatıralarını yaşatmak insanlığın eski bir geleneğidir. Birçok mezar taşında gördüğümüz veciz ifadeler bazen ruhumuzu mahzunlaştırır, sevdiğimiz kişilere karşı vefa duygularını geliştirir. Ahirete gönderdiğimiz, aramızdan ayrılan insanlara saygı ve hürmet göstermek, onları hatırlamakla gerçekleşir. Her millet, her kavim, hatta her dinde, mezarlar çiçeklerle süslenmiş, selvi ağaçları dikilerek yeşil ve görkemli hale getirilmiştir. Bu yüzden büyük zat’lar için türbe şeklinde kabirler de yapılmıştır. Bugün Türkiye’de en çok ziyaret edilen türbelerin başında; İstanbul’da Eyüp Sultan Hazretleri, Konya’da Hazreti Mevlâna, Bursa’da Emir Sultan Hazretleri.. ve daha niceleri... Ancak, dünyada hiçbir insanla kıyaslanmayacak kadar çok hatırlanan ve ziyaret edilen tek bir kabir vardır ki; O da, Medine’ de Hz. Peygamber ’in kabridir. O Râvza-ı Mutahhara’dır, O, Kubbe-i Hadrâ’dır. O, Mescid-i Nebî’dir. Bu mekânlar, Mü’minlerin kalplerinin coşkuyla attığı, insanların akın akın koşup, gönül penceresinden sevgilerini iletmek istedikleri yerlerdir. Dünyadaki bütün insanlar yolcudurlar. Üstelik sessiz bir geminin yolcusuna benzerler. Bu yolculuğa isteyerek çıkmadıkları gibi yolculuklarını da isteyerek bitiremeyeceklerdir. Çünkü insana, dünyaya gelirken fikri sorulmadığı gibi dünyadan giderken de görüşü alınmaz. Azrail isimli melek görevlendirilir. Ferman Allah tarafından verilir. Sessiz yolculuk başlar... Tıpkı; Yahya Kemal’in şiirinde olduğu gibi... “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan. Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol, Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol; Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu... Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler, Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden...” Dönüşü olmayan seferin yolculuğu, dünyadan ahirete doğrudur. Bu yolculuğa çıkmamış hiçbir insana henüz rastlanmamıştır. Bu seferden geri dönen de olmamıştır. Öyleyse; her yolcu iyi düşünmelidir. Nasıl ki, yabancı bir memlekete gidebilmek için, pasaport, vize ve döviz gibi şeylere ihtiyaç varsa, Ebedi kalınacak mekan olan ahiret içinde ciddi bir hazırlığa ihtiyaç vardır. Ölüm öyle gerçek bir olaydır ki, biz onu unutsak da, o bizleri hiç unutmaz. İçinde bulunduğumuz bu yaşama şekilleri her zaman aynı ihtişam ve güzellikte devam etmeyebilir. Bu yüzden insanın haddini bilmesi ve ölümü hatırlaması gerekir. Peygamber efendimiz de “ölümün sık hatırlanması” gerektiğini vurgulamıştır. Geçmişten günümüze ecdadımız, büyüklerimiz ve tüm Müslümanlar Peygamberimizin bu tavsiyesine uyarak ölümü ve ölmüşlerini anmak, hatırlamak ve yad etmek için bir takım programlar ve etkinlikler tertip etmektedirler. Bu programlar arasında dini bir dayanağı ve mecburiyeti olmamasına olmamasına rağmen 7,40,52 ve yıl mevlidleri adı altında programlar icra edilmektedir. Bu mevlid programı günlerinin dinde yeri olmadığı doğrudur. Ancak ölmüşlerimizin, hatırlanması, eş dostun bir araya getirilmesi, Kur’an okunması, sohbet edilmesi, yemek yedirilmesi, salavatlar okunması, ilahi ve kaside okunması genel anlamda yasak değildir. Bu tür programlar sadece bizim insanlarımız tarafından da yapılmamaktadır. Almanya’da 2004-2008 yılları arasında görevlisi olduğum Ludwigshafen DİTİB Mevlana camisinde Afganistan’lı, Pakistan’lı din kardeşlerimizin zaman zaman camimizde ölmüşleri için bu tür program yaptıklarına şahit oldum. Hatta onların bu programlarında bizim kültürümüzün bir parçası olan Mevlid’den okuduğumuz bahirlerin nağmeleri onları memnun etmiştir. Bu programlar 7,40,52.ci günlerde olmazda başka zamanlarda da yapılabilir. Ancak bu tür programları yaparken 40 gün boyuncu cenaze sahiplerinin evinde mevlid okunması, ikramlarda bulunulması kesinlikle yanlıştır ve israftır. Bilindiği üzere dinimizde taziye üç içerisinde yapılmalıdır. Ve bu üç gün içerisinde cenaze evinden yemek çıkarılması da mekruhtur. Bu süre içerisinde komşular cenaze sahiplerine ikramlarda bulunmaları gerekir. Bu nedenle ölmüşleri için bu tür programlar yapanlar yadırganmamalıdır. Bunun yanında yapmayanlar yada yapamayanlarda ayıplanmamalıdır. Güzel ilçemiz İnegöl’de cenazenin defnedildiktenden sonra mezarlık önlerinde yiyecek, içecek ve benzeri şeylerin dağıtılmasına da şahit olmaktayız. Bununda dinde yeri yoktur ve mekruhtur. Çünkü cenaze evi düğün ve neşe evi değil, üzüntü ve hüzün evidir. Dünyaya gelen bütün insanlara sanki biri şöyle seslenmektedir; “Hayırlı Yolculuklar... Sayın yolcu-lar! Dünya yolculuğuna hepiniz hoş geldiniz. Size önceden söylemek isteriz ki; bu yolculuğun son durağı ölümdür. Yani yolculuk süresince, kiminle birlikte olursanız olun; hangi alış verişleri yaparsanız yapın; yolculuğun sonunda hepsini bırakacaksınız. Sadece dörtbeş metre bir bez üzerinizde kalacak...” (tabii o da nasibinizde varsa) Sayın yolcular! Ayrıca bu yolculuğun süresi de belli değildir; hepiniz için farklı farklı... Her an yolculuk bitebilir; ama her an... Sayın yolcular! Şunu da bilmelisiniz ki; bir kılavuz kitaba, bunun canlı örneği bir rehbere, Hz. Muhammed (sav)’e sahipsiniz. Yoksa kafanıza göre takılır ve yol boyunca boş şeylerle oyalanırsanız, ebedi saadete kavuşamazsınız. Ayrıca, o kılavuz kitapta, sizden önceki yolcuların başlarından geçen hadiseler ibret olsun diye size gösterilmiştir....!” İşte bu anonslar sık sık bize hatırlatılır. Yol arkadaşlarımız birer birer aramızdan ayrılıyor; bütün yolculukların ölümle bittiğini görüyoruz. Mutlaka biraz sarsılıp, birkaç gün etkisinde de kalıyoruz. Fakat sonunda yine dolu dizgin bir dünya telaşına giriyoruz. Tabi ki dünyada kimseye muhtaç olmayacak, evlatlarımızın geleceğine yatırımlar yapacak, nimetlerden istifadeye çalışacağız. Ama ya kalplerimiz? İşte onlar da sanki hiç ayrılmayacakmışçasına dünyaya bağlanmıyor mu? Her gün yanımızdan birileri ayrılıyor. Bu bazen canımız gibi sevdiğimiz kişiler de oluyor. Gençyaşlı diye bir sıra da yok. İhtiyarlar sırayla derken, gençler de ara sıra gidiyor. Ne saçımıza düşen aklar, ne başımıza gelen bela ve musibetler ne hastalıklar ne de kayıp giden gençliğimiz bizleri uyandırmıyor. Ne mutlu ölümü unutmayanlara! Ne diyelim, ölüm herkesin başına, hayırlı ve uzun ömürler, hayırlı yolculuklar...