Ülkemizde hemen her insanın ekonomi, sağlık, siyaset, spor, inanç, eğitim gibi konularda haklı/haksız eleştirileri, tespitleri söz konusudur. Bu noktada başı çeken konu sanırım eğitim. Osmanlı’dan bugüne (özellikle Tanzimat sonrası) çok farklı anlayış ve uygulamalarla yeni kurumlar oluşturuldu, mevcut okulların, ilkokuldan üniversiteye kadar yapıları ve eğitim programları yeniden düzenlendi ki bu süreç hâlihazırda da devam etmekte.
Eğitim konusu o kadar çetrefilli bir konu ki 20. asrın ilk yıllarının meşhur Maarif Nazırı, yani Milli Eğitim Bakanı Emrullah Efendi’nin şu ünlü ifadesine vesile olur: “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim.” Umarım bu sözdeki lâtife herkes tarafından anlaşılıyordur yoksa bunu ciddiye alan idarecilerimiz olursa vay halimize.
Eğitim alanındaki eksiklik ve aksaklık sebeplerden biri, sahayı bilmeyen bürokratların masa başında, hızlı ve özensizce aldıkları kararlar. Fakat temel sıkıntı kanaatimce merkezden doğru kararlar alınmış, sağlıklı planlamalar yapılmış da olsa sistemin insanla işler hale gelebilmesi. Yani öğretmen (bakanlığın sağlıklı kararlar aldığını varsayarsak) istemediği, planlamadığı sürece her hedef ve kazınım kâğıt üzerinde kalacaktır; çünkü “-mış gibi yaşama”nın sıradanlaştığı bir devirdeyiz. Bu sebeple öğretmenler kurulu, şube öğretmenler kurulu, zümre çalışmaları gibi plan, program veya değerlendirmelerin yapıldığı toplantılarda sağlıklı kararlar alındığını, öğrencilerle ilgili fazla bir problem olmadığını, başarı oranlarında yükselme olduğunu, eğitim öğretim yılının problemsiz olarak geride bırakıldığını tutanaklardan okuyabiliriz.
Eğitim politikalarında bakanlık veya kurum bazında birtakım yanlışlar yapılsa da her şeye rağmen ÖĞRETMEN unsuru devreye girer ve bu öğretmen önce üzerine düşen görevleri fazlasıyla yerine getirir sonra da öğrenciyi motive edebilirse eğitim öğretim yönünden önemli mesafeler kat edilebilir. Hiçbir öğretmen Cenap Şahabettin’in şu tespitini unutmamalı: “Öğretmen mum misâlidir. Etrafını aydınlatır ancak kendisi erir ve tükenir.” Bunu göze alamayan kişi öğretmenliği tercih etmemeli. Yoksa karşımıza daha çok sayıda Tükenmişlik Sendromu yaşayan öğretmen çıkar.
Yıllardır eğitimin içinde bulunmuş biri olarak çokça karşılaştığım bir durumdur. Eğer öğrenci öğretmeni severse dersi de sever ve o ders o öğrenci için kolaydır. Tersi de geçerli tabi; yani öğrenci öğretmeni sevmez, ona hem meslekî anlamda hem de davranışlarındaki tutarlılık anlamında inanmaz ve güvenmezse o öğretmenin dersini de sevmez, o ders de öğrenci için zor dersler arasına girer, arkasından da başarısızlık gelir.
O halde hepimizin “sevgi” kavramına ve olgusuna dikkat etmesi lazım. Eğitim camiasındaki birçok arkadaşım gibi ben de X KUŞAĞI (1960-1980) temsilcisiyim. Bu dönem insanının özelliği sadık, saygılı, kanaatkâr ve romantik olmaları. Bu sebeple eğitim denilince bizim aklımıza ilk önce “sevgi” gelir. Peki neyin sevgisidir bu? Önce meslek sevgisi sonra da öğrenci sevgisi.
Peki biz X Kuşağı olarak bu temeli sevgi olan yaklaşımı hangi kuşağa uygulamayı dert ediyoruz? Düşük sadakatli, otorite karşıtı, teknolojiye değer veren ancak mutsuz (2001-2018) Z KUŞAĞI’na. Tabii olarak kuşak çatışması yaşama ihtimalimiz yüksek. Bu çatışmayı yine de en aza indirebilecek unsur öğretmendir. Öğretmen bu yeni kuşağı ve özelliklerini dikkate alarak çözüm üzerinde çalışmalı. Bizim zamanımızda şöyleydi, diye başlayan cümleler genellikle meselenin çözümsüz kalacağının göstergesidir.
Netice itibariyle öğretmen öğrencinin kalbine ulaşabilmeli. Bunu başarırsa Horace Mann’ın: “Talebelerine öğrenme arzusu aşılayamayan bir öğretmen, soğuk demiri döven bir demirci gibidir.” tespitindeki gibi soğuk demirle uğraşmaz, elinde kor haline gelen demiri istediği gibi şekillendirir.
Bu noktada öğrenciye düşen paydan da kısaca bahsedelim. İslâm’ın ilk emri oku’dur, dinle değil. Eğitim ve öğrenme konusunda bütün unsurlar gereğini yapsa dahi öğrenci harekete geçmeden ilerleme sağlanamaz. Oku’mak aktif olmaktır, dinleyici pasiftir. Hiçbir öğrenme pasif olarak başarılamaz. O halde önce kendimiz sonra da genişleyen halkalarla ailemiz, milletimiz ve insanlık için harekete geçip hayatı gayesine uygun bir hale getirmek için çalışmalıyız.
Son sözü yine şair söylesin:
“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.” N. F. KISAKÜREK