İnsanın bulunduğu her yerde uyulması gereken bazı ahlâk kuralları ve bunların çerçevesinde de karşılıklı haklar ve sorumluluklar vardır.

Dinimiz, insanın değerinin hiçbir şekilde zarara uğramasına ve harcanmasına izin vermemiştir. Ancak içinde yaşadığımız çağ, hızlı değişme ve gelişme çağıdır. Değişen ve gelişen hayat şartları, toplumlardaki ahlâki bozukları da artırmıştır. Modern hayat, günümüz insanının geleceğine korku ve endişe yüklemiştir. Teknolojik imkanlar arttıkça  güvensizlik, mutsuzluk ve haksızlık gibi olumsuz duygular da artmıştır. Bu yüzden İslâm ahlakı bireyin toplumdaki insan ve insan grubları ile uyumlu olabilmesi için bazı temel ilkeler koymuştur. İnsanlar bu ilkeleri benimseyip hayatlarında uyguladıkça, hem kendisi hem de toplum ile uyumlu bir birey haline gelecektir.

İnsanların kendi aralarında bulunan ve kul hakkı denilen haklara büyük önem veren dinimiz, bu hakların kaybolmaması için de kurallar koymuştur. Öncelikle bu hakların neler olduğu ve İslâm dini kaynaklarının bu konudaki emir ve yasaklarının neler olduğu bilinmelidir. İnsan, kendine ve çevresine karşı maddi ve manevi bazı sorumluluklara sahiptir. Ancak bu sorumlulukların çoğu ihmal edilmektedir. İslâm dininin belirlediği ve uymak zorunda olduğumuz bu sorumluluklar, aynı zamanda kul hakkına giren ahlâki sorumluluklardır. Hem dini bir emir hem de Müslüman ve Gayrimüslim tüm toplumlarda uyulması gereken toplumsal kurallar olan ve kul hakkına giren davranışlara herkes uymak zorundadır. Aksi takdirde toplumlarda ki huzur, düzen ve güven ortamı bozulur, hatta ortadan kalkar. Kul hakkına giren davranışlar toplumun maddi ve manevi yapısını bozan etkenlerdir. Bu etkenlerden kurtulmanın yolu ise bilinçli bir şekilde ve sürekli ahlâk eğitimi ile gerçekleşecektir. Bunun içindir ki, İslâm, “hak” konusuna büyük önem vermiş ve bu hakların kaybolmaması için de gerekli olan kuralları koymuştur. Bunlardan, üzerinde en çok durulan konulardan biri de insanların kendi aralarında bulunan ve kul hakkı denilen haklardır. Bu nedenle herkes hem hakkını bilmeli hem haddini bilmeli hem de başkalarının hakkına saygılı olmalı ve  kendi hakkının, diğer insanların haklarının sınırında bittiğini de bilmelidir.

Müslüman olmak, çeşitli görev sorumlulukları da beraberinde getirir. Örneğin; sadece kelime-i şehadet söylenerek içine girilen İslâm dini, yanlış, uygunsuz söylenen tek bir sözle parçalanabilir ve –Allah korusun- dinden çıkılabilir. Aynı şekilde kişi bazen şaka yollu söylenen cümlelerle kendi zararına işler ya-par ve bu ciddi olayın farkına da varmayabilir. Bu örneklerde olduğu gibi kul hakkının oluşması da, birçok konuda bilinçsizce söylenen sözler ve yapılan davranışların sonucudur. İslâm dini, insanlara birçok haklar vermiştir. Sadece Müslümanlara değil Gayrimüslimlere de bu hakları vermiştir. Çünkü bu haklar Allah’ın kullarına birer hediyesidir. Kendisine sunulan bu hediyeler karşısında Müslüman ise, Allah’ın emir ve yasaklarına uymakla sorumlu tutulmuştur. Bir yandan kendini yoktan var eden sayısız nimetler veren Allah’ın hakkını ödemesi, O’na ibadet etmesi, bir yandan da insanların hak ve hukuklarına saygılı olması gerekir. Müslüman kimsenin hakkına tecavüz etmez, hak yemez, zulmetmez, karşılıklı rıza olmadan kimsenin malına el uzatmaz, yalan söylemez, kul hakkının ağır vebalini düşünür, ahiretteki azabın zorluğunu aklından çıkarmaz.

Bir Hadisi Şerif’te Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur. Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre: “Bir kimse, kardeşinin onuruna yahut malına haksız olarak tecavüz etmiş ise, altın ve gümüş bulunmayan günden (Kıyametten) önce onunla helalleşsin. Aksi takdirde yaptığı zulüm nispetinde, onun iyi amellerinden alınıp sahibine verilir. İyiliği yoksa hak sahibinin günahından alınıp haksızlık eden kişiye yükletilir.” (Riyazü’s-salihin terc. C.1, s.258. H.no:208).

Ebu Hureyre’nin (r.a) rivayet ettiği başka bir Hadis’te Allah Resulü (s.a.v) sahabeye şu soruyu yöneltir: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Ashab bu soruya: “Bize göre müflis, parası ve malı olmayandır.” şeklinde cevap verirler.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v):

“Ümmetimin müflisi, kıyamet gününe; namaz, oruç ve zekât görevlerini yerine getirdiği halde, ona buna sövmüş, iftira etmiş, şunun-bunun (haksız yere) malını yemiş, kanını dökmüş, onu- bunu dövmüş olarak gelen kimsedir. Bu kişinin iyiliklerinin sevabından hak sahiplerine verilir. Borcu ödenmeden sevabı biterse diğerlerinin günahları ona yüklenir, sonra da cehenneme atılı.” buyurdu. (Müslim, Birr,59; Tirmizi, Kıyame, 2) 

İlk bakışta bu Hadis’ten çıkarabileceğimiz anlam, İslâm’ın sadece belirli ibadetleri yerine getirmekle hakkı verilebilecek bir din olmadığı, müslümanın da bazı ibadetleri yaparak görevlerini tamamlamış sayılmayacağı hususudur.

Şüphesiz, Namaz, Oruç, Zekât gibi ibadetler bu dinin temel rükunlarıdır. Kişinin namazı, orucu, zekâtı ve benzeri ibadet ve tatları onun iyilik kazanmasını ve sevap elde etmesini sağlasa da cennete girmek için bunlar yeterli olmaz. İnsanın bu ibadetleri yaparken dinin nihai amacı olan güzel hasletleri elde etme-ye çalışması, dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayan güzel ahlâkı hayatına yansıtması gerekir.

Bu Hadis’ten yine anlaşılıyor ki, insanları rahatsız ederek, haklarını gasbederek, onurlarını rencide ederek, onlara zulmederek iyi bir Müslüman olunamayacağı açıktır. Özellikle maddi ve manevi yönü itibariyle, kulların haklarına tecavüz, amme mallarına ihanet, Allah’ın affetmeyeceğini bildirdiği büyük günahlar arasındadır. Bu nevi günahları işleyenler, dünyada hak sahipleriyle helâlleşip tevbe etmedikleri takdirde, ahirette hak sahipleri onlardan haklarını alacak ve Allah’ın huzurunda hesaplaşacaklardır. Hz. Peygamberin ifadesiyle bu kimse müflistir. Çünkü ahiret sermayesini denkleştirememiş ve kazandıkları borçlarına yetmemiştir.

Bu nedenle bir insan, bir başkasının malına, ırzı-na, namusuna ve onuruna hiçbir şekilde dil uzatmamalıdır. Aksi takdirde ahirette kul hakkını ödemek çok zor olacaktır.

Yine Ebu Hureyre’den (r.a) rivayet edilen başka bir Hadisi Şerif’te Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyur-muştur. “Haklar, kıyamet gününde sahibine iade edilecektir. Hatta boynuzlu koyundan, boynuzsuz koyunun hakkı alınacaktır.” Riyazü’s-Salihin Terc. C.1, s.253, hadis no:2002).

Allah’ın hakkına uymakla emrolunduğumuz gibi, kulların hakkına da dikkat etmemiz gerekmektedir. İnsanları rahatsız edecek davranışlardan, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkasına yapmak-tan kaçınmalıyız. Kim olursa olsun insanlara hakaret etmekten, maddi ve manevi haklarını zedelemekten, yalan, iftira gibi insanların şahsiyetleri ile oynamaktan son derece uzak durmalıyız.

Allah Teâla kulların haklarına o kadar önem veriyor ki, kendisine karşı kusur işleyeni ve ibadetlerin ihmalinden doğan günahları samimi bir tevbe ile affederken, kulların hakkını çiğneyeni, o kul affetmedikçe kendisi de affetmiyor. Gıybet, su-i zan, haset gibi maddi karşılığı olmayan hak ihlâllerinde ise, hak sahibine durum açıklanarak helâllik istenmelidir. Hak sahibinden helâllik alındıktan sonra da samimi bir şekilde tevbe ederek bu kötülükleri silecek iyilikler yapılmalıdır.