Alkol…
Bizi çürütmeye, nesilden nesile zehirlemeye, yok etmeye programlanmış bir illet.
Niye içildiği bir türlü saptanamayan, sinsi bir meret…
Tıpkı sigara gibi “çek bi’fırt, bi’şey olmaz” ile başlayıp, yoğun bakım köşelerinde hayatımızı tamamlamamıza neden olan ömür törpüsü…
Hem bütçeyi hem sağlığı hem aileyi hem rızkı hem bereketi hem ruh sağlığını sinsi sinsi dişleyen güruh…
Eskiden “hiç alkol aldın mı” diye sorduğumuz bir toplumun, “alkol tüketmeyen kaldı mı” ya dönüştüğü günlere girdik.
Hayırlı olsun.
“Alkol var mı beyler” diye soran trafik memuruna;
“Valla bi’şişe kaldı amirim, onu da sana sakladık”lar…
Üflersin, üflemem… Üflersin üflemem’ler…
Akordeona dönen araçlar… Kavga edenler… İstifra edenler…
Pinokyo’nun ilk anlardaki sendelemesine benzer yürümeler…
Takla düzen düşmeler… Bir de üstüne, yola düz çizgi çiz, yürümezsem damerdim’ler…
Gerçeklerimiz acı. Acı olduğu kadar komik de…
Alkol öyle bir madde ki, alındıktan sonra maymuna çeviriyor adamı.
Çok şükür alkol –sigara kullanmıyorum. Kullananları da tasvip etmediğim gibi, karışmam da. Ama sıkı bir Yeşilaycıyımdır.
Her neyse…
Rıza Abi’miz…
Eskiden evimizin yanında bir lüks restoran vardı. Sahibi Rıza abi her gün iki kadeh devirmeden uyumayan biriydi. Artık rakı, bira hikâye… Günlük iki duble romu vardı.
Bir gün arabasından indi, ben, sarhoş olduğunu vurgular vaziyette yüzüne bakınca anladı;
“Merak etme yeğenim üflettiler az önce, promilin dibine…” vuramadan, dibindeki çalılıkların üzerine yığılıverdi Rıza abi. Virajı bile alamadı sızdı garibim. Garsonlarına seslendim; arkadaşlar şu çalıların üzerindeki elektrik direğini kaldırın lütfen!
“Ne elektrik direği?” diye soracaklardı ki, zavallı patronlarının baygın bedenini oracıkta gördüler.
Harala, gürele olduğu yerden kaldırdılar da, üç beş sandalyeyi birleştirip üzerine serdiler. Melekler gibi uyuyordu, uyandırmaya kıyamadık herifi...
Şahin Abi’miz…
Giyim mağazası sahibi Şahin Abi’miz vardı. Severdi bizi. İyi, efendi çocuklardık tabi.
Bir gün dükkânının önünden geçerken el etti, “gel, gel!” dedi. Rakıyla adeta dans ediyordu adam. İçmekle de kalmıyor ona şiirler, şarkılar düzüyor; bir güzel de maniler, serenatlar yakıyordu. Gittim yanına. “Ziyaaaaaaahhh” dedi. Öylece kalakaldı. Elin-de çatal…Diğerinde bardak…Göz kapakları hareket etmiyordu. Bir müddet şaka yaptığını zannettim ama öyle değilmiş. Şahin abi Ayvalık sabunu gibi kalıp olmuştu. Dürtmeye fırsat kalmadan yıkılıverdi oturduğu tabureden aşağıya. Düştüğü anda yerden şöyle bir ses geldi; paff!
Zeus heykeli gibi…
Neyse çok geçmeden vinç çağırdık da, olduğu yere geri koydu adamcağızı.
Ve Bizim Mustafa…
Mustafa da içer. İçer ama sarhoş olmaz.
Sadece hafif etkilenenlerden…
Sıkı bir Yeşilaycı da… İnanmadık ilk başta.
Ama gözümüzle şahidiz. Adam hakikaten Yeşilay tutkunu…
Kendisini çeviren trafik polisine asker selamı verip; “Komutanım biz Yeşilaycıyız, Allah çarpsın ki” dedi.
Ayakta durması bir yana, bastığı zemin bile alkol kokusundan nanay…
Ve daha neler, neler…
Şimdi diyeceksiniz ki, “ne çok şarapçı tanıdığın varmış...”
Ben her kesimden insanla iyi geçinirim. Şarapçı, şıracı ayırt etmem açıkçası.
Dindar da benim arkadaşım, dindar olmayanı da..
Anlattığım hikâyelerden daha niceleri var cebim-de ama uzatmaya gerek yok.
Uzun lafın kısası; kendimizi ucube bir park, bank köşelerinde, pislik içerisinde, sahipsiz, çaresiz şekilde ölü olarak bulmamızı istemiyorsak, oturup bir da-ha düşünelim lütfen.
Bakın Yalçın Menteş’e…
Adam arabasını, evini, ailesini ve bacağını kaybetti. Konuşmaya dermanı yok.
Kendini yedi, bitirdi resmen. İyi mi oldu?
E tabi, içmeyenlere sözümüz yok. İçenleri de uyarmakla mükellefim.
Sözlerimi, Peygamber Efendi’mizin o güzel hadisiyle kapatıyorum;
“İÇKİ, KÖTÜLÜKLERİN ANASIDIR...”