Ahıska gül idi gitti

Bir ehli dil idi gitti

Söyleyin sultan Mahmut’a

İstanbul’un kilidi gitti.

“Ahıska” denince akla çilekeş, faşizm kurbanı,

mazlum, gönlü buruk, oradan oraya sürgün edilmiş, güvercin kanadında yaşayan insanlar geliyor akla...

14 Kasım 1944...

Yani 70 yıl önce tam bugün… Sovyet askerleri o gece ansızın Ahıska köylerini basar. Çoluk çocuk, yaşlı, hamile, erkek-kadın demeden, silah zoruyla evlerinden çıkarıp, trenlere bindirirler. Nereye gittiklerinden habersiz, aylarca rayların üzerinde yolculuk etmek zorunda kalırlar. Trende kokmaya başlayan, yarı yolda atılmak zorunda kalınan cenazelerden, nikâh törenlerine, doğumlara kadar onca olay yaşanır.

Tren bir kısım Ahıskalı’yı Özbekistan’da, diğer kısımlarını da Kırgızistan ve Kazakistan bölgelerinde indirir.

Nereye indiklerini bilmeksizin ıssız arazilerde günlerce kalırlar. Yiyecek-İçecek kıtlığı, barınma sıkıntısı derken Sovyetlerin aynı soy, aynı dinden olan yerlileri Ahıskalılar’a karşı kışkırtması da cabası olur. Anlatılanlara göre sürgün edilen bölgelerin halkı, Ahıska Türklerine karşı o kadar korkutulmuş, o kadar doldurulmuş ki cesaret edip dışarı çıkamaz, perdelerini dahi aralayamazlarmış. Kırgızistan’da yaşanan rivayete göre, öğle namazı vakti geldiğinde bir Ahıskalı ezan okumaya başlayınca, sesi duyan Kırgız köylüleri, kapılarını açıp heyecanla dışarı fırlamışlar. Ezan bitimin-de Ahıska Türklerinin yanlarına gelerek,“Siz de bizim gibi ehlisünnet misiniz?” diye sormuşlar. Bekledikleri olumlu cevabı alınca, o çok korktukları Ahıskalılara evlerini açmış ve en güzel sofralarını kurmaya başlamışlar. Hürmette kusur etmemişler.

Akrabam Binali dedemiz de Ahıska Sürgünü’nün mağdurlarındandı. Yıllar önce kendi ağzından dinlediğim hikayesini paylaşmak istiyorum;

“Sovyet askerleri beni annemden koparmıştı. O ayrı trene, ben babamla ayrı trene bindirilmiştik. O dönemler bebektim. İnanın annemi hiç görmemiştim. Ve nerede olduğunu bilmiyordum. Babamla Türkiye’ye yerleşmiştik. Daha sonraları Almanya’ya işçi olarak gittim. Otuzlu yaşlarıma geldiğimde annemin Moskova’da yaşadığını, hat-ta üvey kardeşlerimin de olduğunu öğrendim. İlk uçakla Moskova’ya gittim. Tarif edilen adresi buldum. Bir köy yeriydi. Oraya vardığımda köylülere annemi sordum; tarlada olduğunu söylediler. Dedikleri tarlaya gittim. Ömrümde simasını hiç hatırlamadığım annemin sırtı bana dönüktü. Bir an için arkasını döndü ve elindeki çapayı bırakıp, “oğlum!” diyerek boynuma atıldı. Gözyaşlarımız sel olmuştu. Ana yüreğinin, kan bağının ne olduğunu işte o an öğrendim...”

1988 Özbekistan-Fergana Olayları

Gönderildikleri bölgelerde Ahıskalıların soydaş halklarla kaynaştığını gören Sovyet yönetimi, yeni bir hamle daha yaptı; Özbekistan’ın Fergana şehrinde yoğun olarak yaşayan Ahıska Türklerinin, Özbeklerin arkasından iş çevirdiğini, hırsızlık yaptığını, işlerini ellerinden aldığını, yerli halka inandırdı. Özbekler kendi soydaşlarına acımadı. Soykırım uygulamaya kalkıştı. Binlerce Ahıska Türk’ü öldürüldü, sürgün edilmeye zorlandı. 1989 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, özel bir kararnameyle zulüm gören Ahıska Türklerini anavatanlarına, Anadolu’ya davet etti. Davete icabet eden binlerce Ahıskalı soydaşlarımız çeşitli şehirlere yerleştirildi. Böylelikle Fergana’da yaşanan baskılar da son buldu.

Ne zaman Ahıska hikayelerini dinlesem, aklıma Özhan Eren’in onlar için yazdığı; “Kara tren gecikir belki hiç gelmez, dağlarda salınır da halimi bilmez, gam dolar yüreğim, gözyaşım dinmez” sözleriyle ünlü Kara Tren Türküsü gelir.