Olanakların kısıtlı olduğu, huzurun çok olduğu, teknolojinin bizi esir almadığı o güzel yıllar.
Hepimizin farklı farklı hayalleri, ölümüne bağlı olduğu sevdaları vardı. Kimimiz sarının yanına laciverti koyar, kimimiz sarıya kırmızı yakıştırırdı.
Kimimiz ‘Oğlum erkek adam renkli takım tutmaz’ der, siyaha ve beyaza gönül verirdik. Takımlarımız, renklerimiz ayrı olsa da bizi ortak bir noktada birleştiren altı harfli bir kelimeden oluşan, bizi peşinden sürükleyen o sihirli kelimenin adıydı FUTBOL.
Sabahın ilk ışıklarıyla kendimizi sokağa atmanın vermiş olduğu heyecanla buluşur, takımları oluşturur ve mahalle mahalle dolaşarak maç yapmaya giderdik. Herkes herkesi tanırdı. Hepimiz eşittik lakin aramızdaki futbol topuna sahip olan arkadaştaki ayrıcalık milletvekilinde bile yoktu.
Takımın kaptanı olurdu. İstemediği kişiyi oynatmazdı. Kaleye geçmezdi. Çünkü onun topu vardı. İşin ilginç tarafı ise genelde topu olan arkadaşların futbol yetenekleri bakımından vasat düzeydeydiler. Futboldan uzaktan yakından alakaları olmayandı. Ne yapacaksın mecburiyetten araya sıkıştırmak zorunda olurduk. Yoksa topumu verin ben oynamayacağım moduna girerdiler.
Ve maç faslına geçer tozu dumana katar, çamura batar çıkar, toprak kokusunu iliklerimizin içine işler derecesine çeker, kirlenmenin aslında kötü bir şey olmadığının bilincinde olarak sabahı akşam ederdik. Günün vermiş olduğu yorgunluk ile beraber herkes evinin yolunu tutardı.
Eve yaklaşmaya başladığımızda bizi bir korku sarar, ev halkına hesap verme zamanı geldiğinin, çamurlu elbiselerin, ıslak çorapların bizde yarattığı tahribatın, tahsilat vaktinin çattığı çaresizliği içinde salona geçer bizi bir anne sıcaklığı kadar olmasa da yanına mıknatıs gibi çeken sobamızın yanına ıslak elbiselerle geçer, kurumaya çalışırdık.
Sobanın vermiş olduğu ısı elbiselerimizi kuruturken üstümüzde bir buhar bulutu oluşurdu.
Annemizin sıcacık yemeğini yedikten sonra bizi hafif bir uyku sarhoşluğu sarardı. Her ne kadar göz kapaklarımız uyumamaya dirense de kısa bir süre sonra uykuya yenik düşer ve uyurduk. Kimseye hesap vermemenin mutluğu, huzuru biraz da olsa dünya işlerine ara vermenin rahatlığı hiçbir şeye değişilmezdi. Ne güzel günlerdi değil mi? Hep o günlere gitmek isteriz lakin ne gidecek fırsat var, ne de bizi oraya götürecek bir vasıta. Siz ister anı deyin, ister mazi. Bendeki karşılığı ALTIN YILLAR.