Toplumumuzda eleştiri kültürü, yapıcı olmaktan çok yıkıcı bir hâl alabiliyor. Özellikle büyüklerin eleştirileri, bireyin kendini keşfetmesine değil, baskılanmasına neden oluyor. Bu durum, bireyin aktif yaşamdan çekilmesine ve sadece toplumun beklentilerini karşılamak üzere şekillenen bir hayat sürmesine yol açıyor.
Geleneklerin sunduğu güvenli alan aslında bir bedel karşılığında elde ediliyor: özgürlüğü feda etmek. Toplumun beklentilerine uyum sağladıkça birey “zararsız” kabul ediliyor, fakat bu uyum çoğu zaman içsel çatışmaları bastırmayı gerektiriyor. Sessiz acıya katlanmak ve bunu “kader” olarak görmek de bu kültürel yapının bir sonucu.
Böyle bir toplumda yaşayan kişiler kendi içlerindeki çatışmaları duymazdan gelerek toplumsal baskıya boyun eğmişlerdir. Kendi sınırlarını belirlemek yerine, toplumun çizdiği sınırları ve gelenek-görenekleri benimsemiş, çocuklarını da bu doğrultuda yetiştirmişlerdir. Çocuk, kendi varoluşunu fark ettiği anda düşüncelerine sahip çıkıp kendini gerçekleştirmek istese de böyle bir aile yapısında ya yoğun eleştirilere maruz kalarak kendini var etmeye çalışmış ya da içsel duygu ve düşüncelerini bastırarak “doğduğun ev kaderindir” anlayışıyla yaşamına devam etmiştir.
Bunlar size de çok tanıdık geliyor, değil mi? İçinizden “Anne, babam ve ben!” diyorsunuz…
Ancak bireyin kendini gerçekleştirebilmesi için bu döngüyü kırması gerekiyor. Toplumun eleştiri mekanizmasının değişmesi, bireyselliğe daha fazla alan açılması ve farklı olanın tehdit olarak görülmemesi, daha özgür ve üretken bireylerin yetişmesini sağlayabilir. Sizce bu döngüyü kırmanın en etkili yolu ne olabilir?
Döngüyü kırmak kolay olmasa da imkânsız değil. Öncelikle birey, kendi farkındalığını artırmalı ve içsel dünyasını keşfetmelidir. Bu, kendini ifade etmekten korkmamak, toplumsal kalıpları sorgulamak ve kendi değerlerini oluşturmakla mümkündür. Ancak bireyin bu süreçte yalnız kalmaması, onu destekleyen bir çevrenin olması da çok önemli.
Aileler, çocuklarını sadece geleneksel normlara göre yetiştirmek yerine onların bireyselliğine alan açmalı, farklı düşünceleri tehdit olarak görmekten vazgeçmelidir. Eğitim sisteminde ezbere dayalı öğrenme yerine, sorgulayıcı ve yaratıcı düşünceyi destekleyen bir anlayış benimsenmelidir. Öğrencilere eleştirel düşünme becerisi kazandırılarak, kendi kararlarını verebilen, özgüveni yüksek bireyler yetiştirilmelidir.
Toplumun genel yapısı da değişime ayak uydurmalıdır. Geleneklerin ve kültürel değerlerin tamamen reddedilmesi yerine, bireyin özgürlüğünü kısıtlamayan, gelişime açık bir kültür anlayışı oluşturulmalıdır. İnsanlar farklılıklara karşı daha hoşgörülü olmalı, bireysel tercihler yargılanmadan kabul edilmelidir.
En önemlisi, değişim bireysel olarak başlar. Her birey kendini gerçekleştirme yolunda bir adım attığında, toplumsal dönüşüm de kaçınılmaz olacaktır. Sessiz acıya razı olmak yerine, kendimizi ifade etmeyi, sınırlarımızı çizmeyi ve kendi hayatımızın sorumluluğunu almayı öğrenmeliyiz. Çünkü özgürlük, insanın en doğal hakkıdır ve onu elde etmek için önce kendimize inanmalıyız.
Tarihte ve günümüzde, toplumun baskılarına rağmen kendi yolunu çizen, özgürlüğünü savunan ve kalıpları aşan bireyler var. Onlar, dayatılan sınırları reddederek dünyaya iz bırakmayı başardılar. Toplumun baskılarına rağmen döngüyü kıran bireyler;
Türkiye’nin küçük bir kasabasında doğup büyüyen Aziz Sancar, imkânları sınırlı olmasına rağmen bilime olan ilgisini hiçbir zaman kaybetmedi. Ailesi ona geleneksel bir hayat çizmek istese de o, bu sınırları aşarak ABD’de DNA onarımı üzerine yaptığı çalışmalarla Nobel Ödülü kazandı.
Ailesinin ve toplumun beklentilerine bağlı kalıp sıradan bir hayat sürebilirdi, ancak kendi sınırlarını kendisi çizdi ve dünya çapında bir bilim insanı oldu.
Fransız yazar Victor Hugo, toplumsal eşitsizlikleri ve otoriter yönetimi eleştiren eserleri nedeniyle sürgüne gönderildi. “Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” gibi kitaplarında toplumun baskılarını, adaletsizliği ve bireyin özgürlüğünü savundu. Yaşadığı dönemde, düşüncelerini dile getirdiği için ağır eleştiriler aldı, ancak hiçbir zaman geri adım atmadı. Tüm baskılara rağmen düşüncelerinden vazgeçmedi ve sürgündeyken bile yazmaya devam etti.
Hugo, bireyin düşüncelerine sahip çıkmasının ve baskıya boyun eğmemesinin güçlü bir örneğidir. Toplumsal eleştiriden korkmadı, aksine ona meydan okudu.
Halide Edib Adıvar Osmanlı’nın son dönemlerinde kadınların eğitime erişimi kısıtlıyken, Halide Edib kendi sınırlarını zorladı ve iyi bir eğitim alarak edebiyat dünyasında kendine yer edindi. Ancak sadece bir yazar olarak değil, Kurtuluş Savaşı’nda aktif bir mücadele içinde yer alarak da kalıpları kırdı. Toplumun kadına biçtiği geleneksel rollerin dışına çıktı ve sadece bir edebiyatçı olarak değil, aynı zamanda bir savaşçı, bir hatip ve bir düşünce insanı olarak tarihe geçti.
Tıpkı Aziz Sancar ,Victor Hugo ve Halide Edib Adıvar gibi, bizler de kendi yolumuzu çizebiliriz. Toplumun sınırlarını aşmak, sorgulamak ve özgürlüğümüzü savunmak elimizde.
“Tarih, cesaret edenlerin ve sınırlarını aşmaya cüret edenlerin hikâyeleriyle doludur. Peki, sen kendi sınırlarını aşmak için ilk adımı ne zaman atacaksın?”