Bizim Otel de renga renk müşterilerimiz vardı. Yıl 1969 hiç unutmam bir Ramazan sonu arife gecesi idi. Öylesine korku dolu bir geceyi yaşmamı sizlere anlatmadan geçemeyeceğim.
Otelimizde bir gün ben, bir gün kardeşim Yakup nöbetçi olarak kalırdık. Gece geç saatte gelebilecek müşterileri karşılayıp kayıt işleri ve odalarına göstermemiz için mutlaka birimiz otelde kalırdık. Arife günü hiç müşterimiz olmazdı. Nitekim o gecede müşteri gelmemiş, ben gecenin geç saatlerine kadar bekledikten sonra otelin personeline ait odasında ki yatağıma uzandım. Otelde ki sessizlik adeta beni ürpertiyordu. Üstelik bizim otelde sürekli kalan bir müşterimiz 9 numaralı odada vefat etmişti. Bizim otel eski Rus yapısı kalın taş duvarlardan yapılmış bir bina idi. Hani bazı korku filmlerdeki şatolar olur ya öyle bir yapı gibi idi.
Ben uyumak için gözlerimi kapatmaya çalışsam da hep kötü, kötü şeyler düşünüp yataktan dikelip bildiğim bütün duaları okuyup kendi kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Kötü ve korkulu düşünceler bir kere kafam takılmıştı. Kalkıp kitaplıktan bir roman aldım. Eğer kitap okursam gözlerim yorulur uyurum diye düşünmüştüm. Ben genelde Bilim Kurgu türü romanları severdim. Kardeşim Yakup ise korku türü ve cinayet romanlarına bayılırdı. Kitaplıktan aldığım roman Yakup’un okuduğu Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı kitabın adı beni ürkütmüştü. Hemen onu kitaplığa koyup bir başka kitap aldım. Bu da Agatha Christie’nin “Pembe Evdeki Ölü!” adlı eseri idi.
Ben içimden “Aman Allah’ım! Bu çocuğun adam gibi okuyacağı bir kitap yok mu?” diyip kitap okumaktan vaz geçtim. Yine yatağıma uzanıp uyumaya çalışıyordum ki otelin salonda bulunan tarihi gonklu saatin gonkları vurmaya başladı. Gecenin sessizliğinde adeta kilise çanını andıran gonk sesleri otelin her yerinde yankılanıyordu. Kalkıp salonun ışıklarını açtım. Duvardaki saate baktığımda tam 03.00’ı gece yarısını bile geçtiğini gördüm. Gözlerim iyice ağırlaşmış, göz kapaklarım üzerinde adeta tonlarca ağırlık varmış gibi kendiliğinden kapanıyordu. Yeniden odama çekilip uyumaya çalıştım. Tam dalmıştım ki bu defa salondaki çeşmeden lav obaya damlayan su sesi ile irkildim. Yeniden kalkıp salona çıktım musluğu iyice sıktıktan sonra yeniden odama geçtim. Artık beni hiç kimse uyandıramaz diyip uyumaya başlamıştım.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum otelin kapısını çalan bir müşterinin sesi ile sıçrayıp kalktım. Yatağımdan doğruldum kapıyı çalan sesin sahibi bana seslenerek:
“Yusuf kalk kapıyı aç ben Nadir ağabeyin!"
Nadir ağabey Kars Ardahan arası yolcu otobüsünde çalışan muavindi. Hemen yataktan doğrulup kapıya yöneldim. Artık gönül rahatlığı ile rahat bir uyku çekecektim. Kapıyı açtım:
“Hoş geldin Nadir ağabey! Neden böyle geç saate kalmışsın?”
Nadir ağabeyin elleri motor yağına bulanmış simsiyahtı. Bana ellerini ve üzerini göstererek:
“Sorma Yusuf! Şu halime baksana! Araba Göle yolunda arıza yaptı. Tam altı buçuk saat arabayı onarmaya çalıştık. Nihayet onarımı bitirdikte böyle bu saate kaldık. Şimdi şu ellerimi yıkayayım. Sonra da uyuyacağım. Yorgunluktan öldüm Vallahi!”
Nadir ellerini yıkadıktan sonra her zaman ona salonda açtığımız yatağa yöneldi. Babam böyle gariplerden yatak ücreti almazdı. Nadir yatağın yorganını kaldırıp içine gömüldü. Bende ona iyi uykular diyip odama geçtim yatağa uzandım artık kafamdaki korkulardan uzak rahat bir uyku çekecektim. Birkaç dakika sonra korkunç bir sesle uyandım. Bizim Nadir’in horultusu idi bu ses. Sağa döndüm olmuyor: Sola döndüm olmuyor. Yeniden doğrulup Nadir’in yanına gittim ve onu dürtükleyerek seslenmeye başladım:
“Nadir ağabey! Nadir ağabey kalk çok kötü horluyorsun!”
Ama adamdan tık yok dürtükledim olmuyor. Sesleniyorum olmuyor. Ben sürekli seslenerek kaldırmaya çalıştım. Neyse ki adam sağ tarafına döndü seste kesildi. Ben odama dönüp yeniden yatağa girmiştim ki yine o korkunç horultu sesi duymaya başlamıştım. Artık bu bardağı taşıran son damlaydı. Ne yapsam da bu adamı sustursam diye düşünürken aklıma bir hinlik geldi. Odadan beyaz çarşafları alıp üzerime dolayıp hayalet kılığında Nadir’in yatağına yaklaştım. Çığlık atar gibi bir sesle Nadir’i dürtükledim. Nadir kalkıp doğruldu beni bembeyaz çarşaflar içinde görüp yeniden yatağa yığıldı. Nadir ağabey de ne ses, ne de bir hareket vardı. Kendi kendime neyse uyumuştur diyip, yeniden odama gittim. Bu defa içime bir kuşku girdi:
“Acaba adama korkudan bir şey mi oldu?”
“Ya öldüyse?”
Cesaret edip adamın yanına da gidemiyorum. İyice kulak kesilip dinlemeye başlamıştım. Belki yeniden horlar diye. Ama çıt yok. Zaman bir türlü geçmek bilmiyor. Sabah olsa da bu kâbustan kurtulsam diye dualar ediyorum. Artık iyice uykum kaçmış yarının beni neler beklediğinin hayallerini kurmaya başlamıştım:
“Gerçekten adam öldüyse ve buna benim sebep olduğum anlaşılırsa! Beni hapse atarlar mı?”
“Yok, canım o kadar da değil. Hem nereden bilecekler ki bu işe benim sebep olduğumu?”
“Şu gece bir türlü bitmek bilmiyor! Hala ses seda yok! Yok, yok eminim adam korkudan öldü!”
Ben kendi kendime türlü kurgular kurarak senaryolar yazıyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Sabah ezanları okunmaya başlamıştı. Artık sabah oluyordu dananın kuyruğu kopacak, Bayram sabahı bana zehir olacaktı.
Babam her sabah ezanla birlikte caminin yolunu tutardı. Bayram sabahları ise sabah namazını kılar, Bayram namazını da kıldıktan sonra otele dönerdi.
Ben babamın ardından bir hamlede üzerimi giyinip otelin ahşap balkonuna çıktım. Otelin içine de cesaret edip giremiyordum. Hala vesvese içindeydim.
“Ya öldüyse? Allahım ne olur şu Bayram sabahı kötü bir olay olmasın!”
Diye sürekli Allah’a yalvarıyordum. Bir ara Otelin kapısı önünde babamın ayak seslerini duydum. Şimdi babama ne söyleyecektim? Yaptığım bu eşek şakasının hesabını nasıl verecektim! Çaresiz babamı otelin dış kapısında karşıladım. Babam bana:
“Aferin Oğlum giyinip hazırlanmışsın şimdi ben camiye gidiyorum. Kardeşini de kaldır. Bayram namazına gelin.” Dedi.
Ben titrek bir sesle:
“Tamam baba.” Dedim ama yüzüm bembeyaz olmuş babam bunu fark etmiş olmalı ki bana:
“Nedir senin bu halin ne oldu? Rengin benzin atmış?”
Artık bu olayı gizlemenin bir anlamı yoktu. Ne olacaksa olsun diyip, gerçeği babama anlatmam gerekti. Ve öyle de yapmaya karar verdim:
“Baba Nadir ağabey!” diye söze başlamıştım ki babam lafımı kesip:
“Eee ne olmuş Nadire? O arkanda duruyor!”
Diyince adeta dizlerimin bağı çözülmüştü. Dönüp arkama bakmaya bile cesaret edemiyordum. Ben sıtmaya tutulmuş gibi titrerken Nadir ağabeyin elini omzumda hissettim. Nadir ağabey babama:
“Hacım çok kötü bir gece geçirdim. Arabamızın arızası yetmiyormuş gibi birde sabaha karşı korkunç bir kâbus gördüm. Sanki gerçekmiş gibiydi.”
Babam merakla Nadire sordu:
“Nasıl bir kâbus oğlum?”
Nadir ağabey şimdi beni gammazlar diye ödüm kopuyordu ki Nadir babamın sorusuna cevap verdi:
“Sanki kefene bürünmüş bir hayalet beni kaldırmaya çalıştı! Hayatımda ilk defa böyle gerçekçi bir kâbus gördüm Hacım!”
Anlaşılan Nadir ağabey benim olduğumu anlamamış. O bunu kâbus olarak algılamıştı. Derin bir ohh! Çekip evin yolunu tuttum. Kardeşimi de kaldırıp Bayram namazı için camiye gittik. Camiden çıktıktan sonra olanları Yakup’a anlattım. O da bana Nasreddin hocanın
“Sen sen ol fincancının katırlarını ürkütme!” fıkrasını hatırlatarak benimle dalga geçmişti.