Mısır’a giderken ordunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler hep bağlık ve bahçelikti. Sultan Selim han Acaba askerlerim sahibinden müsaadesiz üzüm v elma koparıp yediler mi? diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzuruna çağırttı.
“Ağa emrimdir bütün yeniçerileri ve askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker derhal huzuruma getirilsin” diye emretti.
Yeniçeri ağası derhal harekete geçerek heybeleri tek tek yoklattı. “Sultanım koparılmış hiçi bir elma veya meyve izine rastlamadık” dedi.
Yavuz Sultan Selim bunun üzerine çok sevindi, üzerindeki bütün yük ve düşünceler kalkmış ve rahatlamıştı. Ellerini Dergahı ilahiye açarak “Allah’ım sana sonsuz hamd ve senalar olsun bana haram yemeyen bir ordu nasip ettin.” Yeniçeri ağasına da “Eğer askerlerimin birinin heybesinden haram namına bir şey çıkmış olsaydı ben bu seferden vazgeçerdim” diyerek haramla fethin mümkün olamayacağını belirtmiştir.
KILICIN PIRILTISI BİLE YETTİ!
Yavuz Sultan Selim sade giyinmeyi seven bir padişahtı. Ama devlet adamları yabancı devlet elçilerinin kabulünde daha gösterişli ve şatafatlı elbiseler giymelerini böylece Devlet-i Aliye’yi Osmaniye’nin büyük bir devlet olduğunu göstermek istiyordu. Günlerden birinde Venedik elçisi Antonio Justeniani’yi huzura kabul izni verilmişti. Sadrazam ve devlet erkânı bu ziyaretten hoşnut olmayacaklardı. Venedik elçisinin sultanı bu halde görmesi devlet itibarını düşürecekti. Hersek zade Ahmet paşa bütün cesaretini toplayıp meseleyi hünkâra açtı. O da itiraz etmedi ve pek doğru söylersin lala, cümle yeni kıyafetler giyile” buyurdu. Elçinin geleceği gün Kubbealtı’nda divan toplantısı vardı. Vezirler toplantıyı bitirip hep birlikte Sultanın yanına arz odasına geçtiler. İçeri girmeleri ile donup kalmaları bir oldu. Meğer Sultan Selim yeni hiçbir şey giymemişti. Yalnız elinde bir kılıç vardı ve tahtında otururken onunla oynuyor, pencereden vuran güneşin ışıkları kılıçta yaltırıklar oluşturup odayı dolduruyordu. Kimse hiçbir şey söyleyemedi. Nihayet elçinin geldiği bildirildi ve huzura kabul edildi. Adam kapı önünde durup mektubunu arz etti ve tercüman vasıtasıyla hükümdarın sorularının cevaplandırdı. Konuşma esnasında da hükümdar elindeki kılıçtan yansıyan parıltıları arar ara muhatabın gözüne doğru tutmaktaydı. Konuşma bitince elçinin gitmesine izin verildi. Ardında n Sultan Hersek zade’ye seslendi: Ahmet var elçi Bey’e sor ağzını ara… Acep bizi nasıl bulmuşlar? Hersek zade Ahmet Paşa emir baş üzere deyip çıktı. Odada çıt çıkmıyordu. Nihayet Padişah geri döndüğünde heyecan doruktaydı. Yavuz Sultan Selim: Sordun mu Ahmet Paşa? dedi. Ahmet Paşa: “Saadetli hükümdarım Kılıcının pırıltısı öyle gözümü aldı ki kendilerini göremedim bile” dediler.
Yavuz Sultan Selim gülümsedi ve ayağa kalkıp parmağıyla basamaktaki kılıcı gösterdi: “Kılıcımız parladıkça düşmanın gözü ondan ayrılıp bizi göremez. Ama Allah esirgesin bir gün paslanır da ışıldamazsa düşman bizi görmek değil bir de tepeden bakar.”
İşte tarihimiz böyle kahramanlarla dolu.
Düşmanı korkutmak için değil savaş yapmak bazen kılıcın ışıltısı bile yetiyordu. Eğer biz tarihten ders ibret almış olsak daha dün kurulmuş devletçiklerin oyuncağı olmazdık. Ne diyor Şair: “İbret alınsaydı eder mi idi tarih tekerrür...”
Tarih tekerrür ediyor, çünkü biz geçmişimizi bir kenara atmışız. Öyle bir nesil düşünün ki tarihini okuyamıyor. Araştırma yapamıyor. Anlayacağınız Tarihimizle bağlarımızı ta 1928’de koparmışız. Vesselam….