Zaman öylesine akıp gidiyor ki tutabilene aşkolsun. Basın mensupluğumun üzerinden tamı tamına dört yıl geçmiş ben gazetecilikte hayli bir aşama kaydetmiştim. Bu arada Kars’ta günlük olarak yayınlanan Ekinci Gazetesinde de Sanat sayfası hazırlıyor, bu sayfada makale, şiir öykü gibi yazılar yazıyordum. Tercüman gazetesine de zaman, zaman fotoğraflı haberler yolluyordum.
Hiç unutmam, 1974 yılında Kıbrıs Barış harekâtı sırasın da bütün lise öğrencilerinin neredeyse tamamı Askerlik Şubesinin önünde yığınak yapmış: “Bizi de Kıbrıs’a gönderin!” diye bağırıyorduk. Tabi bu kadar acemiyi alıp ta ne yapacaklardı? Ama bizim milliyetçi duygularımız kabarmış, vatan için hiç gözümüzü kırpmadan seve, seve ölüme bile gidebilirdik.
O yıllarda Kars’ta yeni, yeni siyah - beyaz televizyonlar vardı. Her evde olmadığı gibi, bizde TV’yi ya otelimizin salonunda ki TV’den izlerdik ya da arkadaşlarla kahvehanede. TRT Kars’ta paket yayın yapmaktaydı. (Paket yayın manası şöyle idi: görüntülü haberler bir gün sonra Kars Televizyonun da yayınlanıyordu.)
Yine o yıllarda yayınlanan dizilerden bazıları hala gözlerimin önünde canlanıyor. Müzedeki Hayalet, Petro Çelli, Kökler gibi o güzel dizileri unutmak mümkün mü? Ayrıca Kıbrıs Barış Harekâtını bizler bir gün aradan sonra televizyonlarımızda merakla izlerdik. O yıllarda “Ayşe tatile çıksın” parolası herkesin ağzında idi. Ordumuz unutulmaz bir çıkarma yapmış, Beşparmak dağlarında askerimiz adeta destan yazmıştı. İsmail Cem İpekçi’nin TRT Genel Müdürlüğü dönemi TRT adına o yıllar devrin altın çağını yaşamaktaydı.
Tabi bu arada benim gazeteciliğimi de bu çağa katarsak, aynı çağı bende yaşıyordum. Tercüman Gazetesinden elde ettiğim gelir ile ikinci bir fotoğraf makinemi almıştım. Önceki makinem Yaşika elektro 35 idi. Onunda belli bir zaman sonra pilinin bitmesi bana zor anlar yaşatıyordu. Çünkü pilini İstanbul Sirkeci de Yaşika’nın satış mümessilinden başka bir yerde bulmak mümkün değildi. Aynı zaman da çok ta pahalı idi.
İkinci makinem Maima Sekor Üsten vizörlü hem 12 pozluk film hem de 36 pozluk film çekimi yapan bir makine idi. Ben bu yeni makinem ile bayağı bir hava basmıştım o yıllar. Aradan bir yıl geçmişti. 1975 yılı da bir önce ki yıl gibi hareketli bir yıl idi. Hükümetlerin istikrarsızlığı, piyasaların dengesizliği, karaborsalar, kuyruklar, bulunmayan gıda maddeleri ve tüp, akaryakıt sıkıntıları had safhada idi. Bu kadar sıkıntılar ve yokluklara rağmen yinede bir başka idi o yıllar. Ta ki 1977 yılında anarşinin tırmandığı o karanlık yıllar gelinceye dek. 1977 yılı Haziran ayının ilk haftası idi. Ben gece geç saatlere kadar karanlık odamda fotoğraf tab etmiş, geç saatlerde uyumuştum. Sabah saat 09.00 sıraları idi babam odamı kapısını vurarak: “Oğlum kalk seni telefondan istiyorlar” dedi. Ben hemen kalkıp salonda ki telefona yöneldim. Telefonun ahizesi masanın üzerindeydi. Aldım kulağıma götürdüm. Alo dedim. Karşımdaki kişi Tercüman Gazetesi Kars Bölge sorumlusu Mevlüt Işıktı. Bana: “Yusuf yarın sabah sana önemli bir görev çıktı. Sabah erkenden söyleyeceğim yerde olman gerekiyor.” Ben hemen devreye girdim: “Hayrola Müdürüm yolculuğum nereye?” Mevlüt ağabey: “Merak etme fazla uzağa değil, Erzurum’a canım.” Benim merakım bir kat daha arttı: “Orada ne yapacağım ki abi?” Mevlüt ağabey bana ne olduğunu başladı anlatmaya. Meğer Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından bir grup öğrenci anket yapmak üzere Erzurum’a geliyormuş. Erzurum bu konu da pilot bölge olarak seçmişler. Öğrenciler ikişer üçer kişi Erzurum’un çeşitli mahallelerinde evlerde anket yapacaklarmış.
Tercüman Gazetesi de her grup öğrencinin yanında görevli muhabir olmasını istiyormuş. Erzurum Tercüman gazetesi bölge de yeterli muhabir kadrosu olmadığından Kars’tan da destek istemişler. Onun için benim de gitmem gerektiğini bana açıkladı. Her neyse ben bütün hazırlıklarımı yapıp gece saat 23.30 da İstanbul’a hareket edecek olan posta trenine binmek üzere tren garına gittim, biletimi alıp posta trenine bindim.
O tarihlerde benim yaşta olanlar çok iyi bilirler. Posta trenleri hemen her istasyonda yaklaşık yarım saate yakın durup, yük ve yolcu alıp yoluna öyle devam ederlerdi. Bir de üstüne üstlük kanı arabası gibi tangır tungur giderdi. Hele Sarıkamış rampalarını çıktığında adeta yürür gibi ilerlerdi. Çoğumuz bununla ilgili şaka bile yapmışızdır: “Trenden inip çiçek toplayıp tekrar koşup trene binerdik” diyenlerimiz bile vardı.
Ben bunu bildiğim için geceden trene binmiştim tamı tamına altı saat süren yolculuktan sonra posta treni sabah saat 05.30 da Erzurum tren garına ulaşırdı. Çoğu zaman bu süre daha da uzardı. Bizim tren de sabah saat 05.40 gibi Erzurum’a vardı. Trenden inip şehir merkezine doğru yürüyerek gitmeye başlamıştım. Esnaf da sabah namazından sonra dükkânlarını açıyordu. Ben bir pastaneye yönelip oturdum. Pastacı fırından çıkardığı sıcacık su böreğini tezgâhın üzerine koydu ve bana dönerek: “Gardaş ne kadar yiyeceksin. Haa yanına çay mı, yoksa süt mü vereyim?” Ben kurt gibi acıkmışım. Söz gelimi o tepsiyi önüme koysa yarısını götürürüm. Ben hemen cevap verdim: “Ağa hele bir porsiyon ver. Yetmezse ikincisini verirsin. Yanına da sıcacık bir süt ver.” Pastacı sanki sözlerimden alınmış gibi: “Sadece bir porsiyon mu? Deli kanlı ben senin yaşlarda bir oturuşta tepsiyi silip süpürürdüm be!” Adamın cüssesine bakılırsa söyledikleri pek de mübalağa gelmiyordu doğrusu. Ben de fazla yemek isterdim ancak saat 08.00 da heyet ile buluşup sabah kahvaltısı yapacaktık. Şimdiden karnımı doyurmak istemiyordum. Ve pastacıya gazeteci olduğumu, kahvaltılı bir toplantıya katılacağımı izah ettim. Her neyse pastacı, o mis gibi su böreğini ve bir su bardağı sütü masama getirdi. Ben böreği ve sütü bir çırpıda bitirdim. Bir müddet oturduktan sonra hesabı ödeyip pastaneden ayrıldım.
Hava iyice aydınlanmış, güneş yavaş, yavaş doğmaya etrafı ısıtmaya başlamıştı. Saat 08.00 da buluşma yerine gittim. Ben sanırım biraz geç kalmışım. Herkes kahvaltıya başlamıştı. Erzurum Tercüman Bölge den rahmetle andığımım Servet Kabaklı ağabey beni karşılayıp: “Yusuf ben daha erken gelirsin sanıyordum. Yolculuğunda bir aksilik mi çıktı?” Ben bunların bu kadar erken kalkıp kahvaltıya oturacaklarını hiç tahmin etmemiştim. Biraz mahcup bir şekilde: “Erken gelmiştim ağabey. Ne yalan söyleyeyim. Erzurum’a gelmişken biraz su böreği yiyeyim demiştim. Sizin de bu kadar erken kahvaltı yapacağınızı tahmin etmemiştim doğrusu.” Servet ağabey sırtıma biraz vurarak ve biraz da tebessüm ile: “Haklısın Erzurum’a gelip sabahleyin su böreği, Öğlenleyin leziz yemekler sonrası kadayıf dolması yemeden olur mu hiç?” Neyse biraz onlarla takılıp kahvaltının ikinci perdesini de orada tamamladıktan sonra göreve başlama saati gelmişti.
Tüm ekip TRT Erzurum Bölge Müdürlüğüne gelip burada gurupları oluşturduktan sonra anket için mahallelere dağılacaktık. Bir kız bir erkek öğrenciye ben refakat etmiştim. Bize Yakutiye’ye bağlı Çırçır Mahallesi düşmüştü. TRT Bölge Müdürlüğüne yaklaşık 500 metre mesafede olan Çırçır Mahallesi’ni göreniniz var mı bilmem ama ben Erzurum’un tarih kokan, taş döşeli caddeleri dar sokakları ve çoğu tek katlı toprak evlerini ve ahşap oymalı eski kapı ve pencerelerini dahası kapılarında asılı kocaman asma kilitleri hala gözümün önünden gitmez. Biz mahalleye doğru yola çıktık. Kış ayları bizim buralarda uzun geçer. Ama Haziran ayının başlarında çiçek açan ağaçların ve bahar dallarının güzelliğine doyum olmazdı. Çırçır Mahallesine yaklaştıkça akasya ağaçlarından üzüm salkımı gibi sarkan akasya çiçeklerinin kokuları burnumuza gelmeye başlamıştı bile. Ağaçlarda bembeyaz kar yığını gibi bir manzara oluşturan görüntüyü ben fotoğraf makinem ile görüntülemeye başlamıştım. Benim gurup ta ki öğrenciler bu eşsiz manzara karşısında adeta büyülenmiş gibiydiler. Tam bu sırada erkek öğrencinin ayağı kalkık bir taşa çok fena çarptı ve çocuk yere yuvarlandı. Elinde ki anket defteri de yere dağılmıştı. Biz hemen kolundan tutup kaldırmaya çalıştık ama çocuğun canı çok yanıyor olmalı ki feryadı kulaklarımızda çınlıyordu. Biz ne yapacağımızı iyice şaşırmıştık. Köşeden mahalle bekçisi olduğunu öğrendiğimiz iri yarı pala bıyıklı bekçi yardımımıza koştu: “Ula gardaş ne oldi sene bele?” Biz durumu anlattık. Görevli olduğumuzu söyledik. Adının Coşkun olduğunu öğrendiğim öğrenci bana dönüp: “Arkadaş ben bu şekilde devam edemeyeceğim. Sen Aslı ile devam edersen sevinirim.” dedi. Bekçiye rica ettik. Sağ olsun hiç itiraz etmeden bekçi Coşkun’un kollarını boynuna dolayıp belinden kavrayıp TRT Bölge Müdürlüğüne doğru yürümeye başladılar. Biz ise kaldığımız yerden Mahallenin ilk evinin kapısına gelip tahta kapıya hızlı, hızlı vurmaya başladık. İçerden yaşlı bir nineye ait olduğunu tahmin ettiğim bir ses: “Ula çim Oooo?” Aslı yüzüme bakıp: “İçeriden garip bir ses geldi. Burada yabancı uyruklu birimi yaşıyor Yusuf Bey?” Erzurum şivesini bilmediği için Aslı’ya garip gelmiş olmalıydı ki ben hemen izah ettim: “Yabancı değil. Erzurum şivesi ile kimin geldiğini öğrenmek istedi.” dedim. Ve hemen nineye seslendim: “Nine biz görevliyiz bir kaç soru sorup gideceğiz!” Nine kapıyı araladı bizi süzüp kapıyı iyice açarken pas tutmuş menteşelerden ıslığa benzer tiz bir ses çınladı. Nine bize: “Vıy siz hoş gelmişiniz. Sefalar getirmişiz. Hele bele buyirin uşağlar. Belli çi uzun yerden gelmişsiniz.” Nine bizi içeri buyur etti. Yer döşemesi toprak olup üzerine hasır serilmiş ve onun üzerine de kilim yayılmıştı. Yerde Peşgun dediğimiz yuvarlak tahtadan yapılmış yer sofrasında nine yufka açıyordu. Tekrar bize dönüp sordu: “Heğirdir uşağlar bene ne soracaz ki?” Aslı ninenin konuşmalarını ilginç bulmuş olmalı ki ağzını açmış onu hem izliyor hem sözlerinden manalar çıkarmaya çalışıyor gibiydi. Aslı uykudan uyanır gibi irkilip Nineye: “Teyzeciğim ben size bir kaç soru soracağım, sizde bana cevabını vereceksiniz. Bende defterime kaydedeceğim. Önce adınızı ve soyadınızı sorabilir miyim.” dedi. Nine omzunu kaldırıp: “Adımi mi dedin. Ey adım Serfinaz da soy adim neydi gız?” Serfinaz teyze düşündü, düşündü bir türlü soyadını bulamadı biraz kendine sinirlendi ve tekrar devam etti: “ Ey hele sorinizi sorun uşağlar. Soyadim batsın ağlıma gelmedi da.” Aslı bu ilginç ninenin konuşmalarından hayli etkilenmişti ve ilk anket sorusunu patlattı: “Eviniz kaç oda teyzeciğim?” Nine sağ elini çenesine dayayıp içinden saymaya koyulunca Aslıda evin çok odası olduğunu sanmış olmalı ki bana eğilip: “Kalabalık bir aile herhalde?” dedi. Bu arada nine bize: “Hee sen gaç oda dedin he mi? Aha orada benim herifle yattığım divan var. Yerde de uşağlar yatir gızım.” Aslı kalemi tam eline almış yazıyordu ki durdu yüzüme baktı. Ben gülmemek için kendimi zor tutuyordum ki Aslı bana eğilip: “Yusuf Bey ben ne yazayım şimdi?” Ben kendimi toparlayıp Aslı’ya cevap verdim: “Evin tek odası varmış Aslı öyle yaz.” Kızcağız çaresiz yazdı. Ve ardından ikinci soruyu sordu: “Teyzeciğim Mutfağınız var mı?” Nine merakla Aslıya sordu: “Vıış o da ne ki kızım?” Aslı tekrar bana eğilip: “Yusuf Bey galiba nine soruyu anlamadı. Nasıl soralım ki?” Devreye hemen ben girip nineye: “Nene yemeği nerede pişiriyorsunuz diye sordu Aslı Hanım.” Serfinaz nine: “Vıy oğul nerede olacağ, aha orada gaz ocağında pişiririk.” Ben hemen Aslıya dönüp Mutfakları yokmuş burada gaz ocağında yemek yapıyorlarmış.” dedim. Aslı kalemi defterin arasına koyup yine bana eğilerek: “Ankete devam edelim mi Yusuf Bey?” Ben ilginç bir hikâyeyi yakalamıştım hiç yarım bırakır mıyım? “Tabi siz sormaya devam edin Aslı Hanım.” Aslı üçüncü soruyu da sordu: “Teyzeciğim evinizde banyo var mı?” Nine soruyu anlamamış olması doğaldı Aslı’ya dönüp: “Vıış gızım bu ne tevrim sorılar sorirsin ele!? O da ne çi?” Tekrar ben devreye girip Serfinaz Nineye: “Nene Aslı Hanım nerede yıkanıyorsunuz diye soruyor.” Serfinaz ninenin yüzü biraz kızardı: “Vıııy torpağ başına! Bu nasil sorudur. Ey nerede olacağ aha orada gügüme su doldirip gaz ocağın da ısıtirik. Lecende de çimirik.” Ben artık kopma noktasına gelmiştim Aslı ninenin konuşmalarından hiç bir şey anlamamış, ağzını açmış, yine merakla bana eğilerek sordu: “Yusuf Bey Lecen değişik bir banyomu? Sonra çimirik dedi. Oda ne demek ben hiçbir şey anlamadım. Ve ne yazacağımı da bilemiyorum doğrusu.” Ben artık iyice kopmuştum artık gülme krizine girmiştim hemen kendimi dışarı attım. Öylesine gülüyordum ki gözümden hıçkırarak ağlar gibi yaşlar geliyordu. Aslı da benim peşimden çıkmış hayret dolu bakışlarla beni izliyordu. Sonra, sonra kendime geldim. Ama Aslı bayağı bozulmuş, çaresiz bir tavırla bana: “Ben galiba ankete devam edemeyeceğim Yusuf Bey. Sinirlerim çok bozuk. Daha ilk evde böyle bir olayla karşılaşmam benim sinirlerimi hayli gerdi.” Ben kendimi toparladım. Yaptığım hiçte hoş değildi ama bende sinir krizine yenik düşmüştüm. Aslıya dönüp: “Özür dilerim Aslı Hanım! Gerçekten hoş olmayan bir davranış sergiledim galiba. İnanın bende böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim. Ama üzülmeyin diğer evlere girip anketinizi tamamlayabiliriz. Ancak diğerlerinin bundan farklı olacağını sanmıyorum. Onun için benim söylediklerimi yazarsanız sıkıntı yaşamamış olursunuz.” dedim. Aslı çaresiz kabul etti. Biz ankete kaldığımız yerden devam ettik. Tabi öğlen yemeği tatiline kadar ne renkli simalarla karşılaşıp, ne kadar gülüp eğlendiğimizi anlatamam. Aslı da iyiden iyiye Erzurum lehçesini çözmüş, bu güzel sıcakkanlı insanlarla kaynaşmış gibiydi. Öğlen vakti geldiğinin bile farkında değildik. Saate baktığımızda saat 12.15 gösteriyordu. Hemen alel acele toparlanıp TRT Bölge Müdürlüğü binasına doğru hızlı adımlarla yürüyüp geldik. Coşkun’un ayağı düşme esnasında kaval kemiği çatlamış, onu alçıya almışlar ve ardından DİE’nin arabası ile İstanbul’a götürmüşlerdi. Biz bütün gurup Erzurum’un güzel yemeklerinin yanı sıra meşhur kadayıf dolması yemek üzere o dönemde meşhur et yemekleri lokantası olan Koç lokantasına vardık. Ben yemekten ziyade kadayıf dolmasına kendimi adapte etmiştim. Az çorba, az yemek ve sonrasında iki üç adet kadayıf dolması yemeği düşünüyordum. Neticede yemek sonrası gelen kadayıf dolmasının birini yedikten sonra ikincisi söylemiştim. İkincisi masaya geldiğinde herkesin gözü bendeydi. Ben ikincisini nasıl yedim bilmiyorum. Aslında benim niyetim üç tane yemekti ama herkesin beni izlemesi ikincisi bile boğazıma düğümlenmiş gibiydi. Yemek sonrası günün geri kalanını yine anket doldurmayla geçiriyorduk. Aslı ile iyiden iyiye kaynaşmış gibiydik. Sizli bizli, beyli, hanımlı resmi konuşmaların yerini, senli, benli ve isimlerimiz ile hitap eder olmuştuk. Gezdiğimiz evlerde bize yapılan ikramlardan da artık doymuştuk. Doğunun insanları aşırı misafir perverdirler. İkram ettikleri yiyecek veya içecekleri geri çevirme gibi lüksünüz asla olamaz. Aksi halde sanki onlara hakaret etmiş gibi olursunuz. Saat 17.00 geldiğinde anket faslımız bitmiş, bizde ağır adımlar ile TRT Bölge Müdürlüğü binasına doğru yürümeye başlamıştık. Hem yürüyor hemde anket yaptığımız evlerdeki ilginç konuşmaları hatırlayıp gülüyorduk Aslı’nın en çok hoşuna giden olayda ilk girdiğimiz Serfinaz ninenin evindeki olaydı. Serfinaz ninenin son söylediği: “Lecende çimirik” lafını diline dolayan Aslı kolumdan tuttu ve bana: “Yusuf bu yaşadıklarımızı çalıştığın gazetede yayınlayacak mısın?” dedi. Ben dudaklarımı büküp: “Bilmem! Şimdilerde olmazsa bile ileride belki bu güzel anıları yazabilirim.” Şakalaşarak tatlı sohbetlerle TRT Bölge Müdürlüğü binası önüne geldiğimizde herkes bizi bekliyordu. DİE’nin otobüsü gelmiş, öğrenciler ağır, ağır otobüse binmeye başlamıştı. Sıra Aslı’ya geldiğinde, otobüse bir iki adım attı ve daha sonra geri dönüp yeniden yanıma gelip: “Yusuf eğer bir gün bu anıları yazıp gazetende yayınlarsan bana da bir gazete yolla” dedi. Ve yanağıma küçük bir öpücük kondurduktan sonra avucumun içine bir kâğıt sıkıştırdı ve otobüse bindi. Bir kaç dakika sonra otobüs hareket etti. Ben el sallayarak uzaklaşan otobüsün arkasından uzun, uzun baka kalmıştım. Öylesine dalmışım ki bir ara omzumda Servet ağabeyinin elini hissettim: “Eee Yusuf hayat böyle işte iyi başlayan her şeyin sonu böyle hüzünlü bitiyor maalesef!” Benim sesim soluğum kesilmiş gibiydi bıçak soksan kanım akmaz misali, geri dönüp Servet ağabeye: “Servet ağabey beni otobüs garajına atar mısın?” Servet ağabey başını sallayarak: “Tabi benim düldül ileride. Haydi, gidelim.” dedi. Servet ağabeyinin eski model bir İmpalası vardı. Vitesi direksiyon kolunda güzel bir araba idi. Beni oto gara bırakmak için arabasına bindirdiğinde Aslı’nın elime tutuşturduğu kâğıdı açıp ne yazdığına baktığımda, Aslının İstanbul’da ki evinin adresini gördüm. Ben yine bu günkü olayların cereyanına kaptırmış halde iken Servet ağabeyinin gür sesini duydum: “Yusuf unutma çektiğin fotoğrafları yarın bana ilk otobüs ile gönderiyorsun tamam mı?” diye tembih etti. Oto gara gelmiştik. Beni oto garda bırakıp vedalaşan Servet ağabeyde arabasına binip gözden kayboldu. Böylesine güzel geçen günün ardından geriye dönüş başlamış, Benim unutulmayan anılarıma bir yenisi daha eklenmişti.