Hani meşhur bir atasözümüz var ya: “Ölme eşeğim ölme! Yaz gelecek yonca bitecek!”
Bir beklenti içinde olanlar bu atasözünü söyleyip umutsuzluğunu dile getirirler.
Şimdi diyeceksiniz ki bu atasözü nereden çıktı? Tabi atasözlerinin altında yatan meseller hayatın içinde yer almış bir özlü sözler zincirini oluşturur. Atasözlerinin tarihçesi ise çok eskilere dayanmaktadır. Özellikle orta Asya da yaşayan gerek Türkler olsun gerekse Çinliler olsun sürekli atasözleri ile sıkıntılarını, üzüntülerini, beklentilerini, neşelerini v.s tüm hayat akışını atasözlerine bağlamışlar.
Tabi atasözlerinden ders almak, yâda bu sözlerden kendimize pay çıkarmakta madalyonun diğer yüzü!
Şimdi gelelim (Ölme eşeğim) Atasözüne:
Himalaya larda yaşayan bir madenci varmış. Eşeği ile dağdan çıkardığı madenleri kendine ev edindiği bir mağara kovuğuna getirip orada madenleri kara düzen işleyip şehre götürüp satar karşılığın da hem kendi ve hem de eşeğinin ihtiyaçlarını giderirmiş. Ne de olsa eşeği onun için çok önemli bir vasıta imiş.
Himalaya lar yedi ayı kış beş ayı da yaz gibi geçen bir bölge.
Yine bir gün madenci dağa maden çıkarmaya gidiyor. O gün hiçbir maden bulamıyor. Ertesi gün, bir hafta, bir ay derken tek bir madene rastlamıyor. Havalar soğumaya başlıyor. Madencinin madenlerinden eser yok. Maden yoksa para da yok yiyecek, içecek ve eşeğinin karnını doyuracak yonca da yok demek.
Madenci temkinli yiyeceklerini kontrollü kullanmaya başlıyor. Ama eşek bu ekonomiden ne anlar? Eğer o iyi beslenmezse dağa nasıl tırmanır ve onca yükü nasıl taşır?
Hayvan iyice acıkmıştır. Gece yarısı başlar anırmaya. Madenci uykudan uyanıp eşeğin yanına gelir. İki deri bir kemik kalan eşeğinin başını okşayarak ona yalvarır:
“Ölme benim can yoldaşım! Ölme benim badem gözlü eşeğim! Sabret bak, yaz gelecek! Yoncalar bitecek! Dilediğin kadar yiyip, gününü gün edeceksin!”
Hayvan bu ne anlar bu laflardan. Açlıktan karnı derisine yapışmış sığındıkları mağaranın taşlarındaki yosunları dişleriyle kazıyarak tüketmiş! Yosun kalmayınca taşları bile yalamaktan imanı gevremiş! Eşek acı, acı anırdıkça, madenci de sürekli ona yalvarıp ölmemesi için telkinler veriyor. Bakıyor olacak gibi değil. Kendi için ayırdığı yiyeceklerden bir miktar verip, eşeği rahatlatıyor. Kendisi de birkaç lokma yiyerek tekrar uykuya dalıyor.
Birkaç hafta böyle devam ediyor. Artık yaz gelmesi gerekir diye düşünen madenci, her geçen gün havaların iyice soğumaya ve kar tipi fırtınaya dönen havaya bakıp:
“Ölme Batur! Ölme yaz gelecek, dağdan maden toplayıp karakaçan ile şehre inecek, onları satıp kendine ve karakaçanına yiyecek alacaksın!” diye yüksek sesle konuşurken mağaranın içinden eşeğin gür anırma sesini duyar. Heyecan ve telaşla mağaraya girip karakaçanın yanına varır. Bir de ne görsün? Karakaçanın ağzından köpükler geliyor. Hayvan debelenip duruyor. Açlıktan ölmek üzere olan karakaçanına daha fazla eziyet etmemek için onu kesip kendine birkaç hafta daha yiyecek çıkarıyor.
Günler bir birini kovalıyor, nihayet hava yaza kesince bizim Madenci Batur, derin bir oh çekerek dışarıya çıkıyor. Bir de ne görsün? Mağaranın önü altın parçacıkları ile dolu değil mi? Sevinçten çığlıklar atarak haykırır:
“Ben sana demedim mi: Ölme eşeğim, ölme yaz gelecek yoncalar bitecek diye!”
Bu güzel hikâyenin ibret alınması gereken çok yönü var. Sabrın sonunda selamet olması! Yüce Rabbim bir canlının rızkını kesmiş ise onun sonu gelmiş demektir. Nitekim madencinin eşeğinin de rızkı kesildiğinden o madencinin yaşaması için rızık olmuştur.
Her bir hikâyenin veya menkıbenin ders çıkarılacak konuları içermesi, günümüze kadar anlatıla gelmesi kadar güzel bir şey var mıdır?
Günümüzde sabretmek diye bir kavram kalmadı. Maalesef bir telâşe bir acelecik almış başını gidiyor. Sabır kavramı ise sadece Atasözlerimizde kaldı. Bu neyin telaşıdır? Neyin aceleciliğidir? Anlamak mümkün değil. Ne araçlar yayaya yol verir, ne yaya beklemesini bilmez. Hayatın her anında bir sabırsızlık, bir beklemeden bir yere gitmek veya bir işi yapmak adeta hayal oldu ne diyelim Allah selamet versin! Gelecekte ne olacak diye merak etmekteyim. Tabi o günleri görür müyüz bilmem…