Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

Âsım'ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar...

                                                M. AKİF ERSOY

Milli şairimiz bu dizeleri her ne kadar Çanakkale’ de savaşan kahraman evlatlarımız için söylese de, günümüz neslinin nasıl olması gerektiğini aslında bize fısıldıyordu. ASIM deyince akla İslam tarihinde çok büyük bir yeri olan Hz. Ömer’in oğlu Asım ki, O’nun neslinden beşinci halife olarak bilinen Ömer bin Abdülaziz gelmiştir. Diğeri ise Hz. Asım Bin Sabit gelir. İşte tarihte Asım’ın nesline örnek bir kahraman, Arıların koruduğu şehit ASIM BİN SABİT...

 Âsım bin Sâbit (r.a.) Bedir kahramanlarından. Allah Resulünün has okçularından ve fedailerinden. Harp sanatını en iyi bilenlerden. Peygamber efendimizin örnek gösterdiği savaşçılardan olup, savaşırken, “Asım nasıl savaşıyorsa, sizde öyle savaşın” diyordu. Uhud’da da bulundu. Âsım bin Sâbit (r.a.) Uhud’da, Resûlullahın (s.a.v.) yanından bir an ayrılmayan ve O’nunla beraber sebat eden ve ölseler dahi Peygamberimizden (s.a.v.) ayrılmamak üzere biat eden bahtiyarlardandı.

 Adal ve Kare kabilesinden altı kişi Medine’ye gelerek Peygamberimize (s.a.v.): “Yâ Resûlallah, İslâmiyet, kabilemiz içinde yayılmaya başladı. Eshâbından bazılarını bizimle beraber gönder de onlar bize İslâmiyeti anlatsınlar. Kur’ân-ı Kerim’i ve şeriatı öğretsinler” diye ricada bulundular. Peygamberimiz Eshâb’dan bazılarını araştırma ve istihbaratla vazifelendirip, Mekke’ye göndermeye hazırlamış bulunuyordu. Bu birlikde on kadar Sahâbî bulunup isimleri bilinenler şunlardı: Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Abdullah bin Târık, Hubeyb bin Adiy, Muattib bin Ubeyd, Zeyd bin Desinne (radıyallahü anhüm ecmaîn). Bunların emirleri Âsım bin Sâbit (r.a.) olup, hicretin dördüncü yılı safer ayın-da davetçilerle birlikte Medine-i Münevvere’den yola çıktılar. Bu kafile Hicaz bölgesinde Hüzeyl’lilere ait bir su başı olan Recî’e geldiklerinde kendilerini götü-renlerin ihanetine uğradılar. Bu sırada Eshâb dağda gizlenmişlerdi. Kendilerini davet edenlerden birisi de bir bahane ile ayrılmış ve Lihyanoğullarına haber vermişti. Lihyanoğullarından, yüz kadarı okçu olmak üzere ikiyüz kişi Eshâb-ı kirâmı (r.a.) aramaya başladılar. Nihayet Âsım bin Sâbit (r.a.) ve arkadaşlarını dağın tepesinde buldular, etraflarını çevirdiler. Bu arada on Sahabînın ahvalini müşriklerin başı Süfyân’a haber veren şahıs, küffar tarafına geçti. Eshâb-ı kirâm o anda hileyi anlayıp aldatıldıklarını bildiler. Es-hâbı kirâm kılıçlarını çektiler ve harb etmeye karar verdiler. Bunu anlayan kâfirler Eshâbı kirâmı kandır-maya çalışıp, “Eğer yanımıza inerseniz, hiç birinizi öldürmeyeceğiz. Kesin söz veriyoruz. Vallahi sizleri öldürmek istemiyoruz. Fakat size karşı Mekkelilerden fidye koparmak istiyoruz” dediler.

 Âsım bin Sâbit, “Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini ne de akidlerini kabul ederiz” diyerek müşriklerin tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit (r.a.) “Ben hiç bir zaman müşriklere el sürmemeye ve himayelerini kabul etmemeye yemin ettim, sözüm vardır. Vallahi kâfirlerin himayelerine ve sözlerine inanarak aşağı inmem ve kâfirlere teslim olmam” dedi. Ellerini açtı “Allah’ım Peygamberini durumu-muzdan haberdar et” diyerek duâ etti. Allahü Teâlâ, Hz. Âsım’ın duasını kabul buyurdu ve Resûlullah (s.a.v.), onlardan haberdar oldu. Âsım (r.a.) müşrikle-re “Biz ölmekten korkmayız. Çünkü dinimiz de basiretliyiz, ölünce şehîd olur cennete gideriz” buyurdu. Süfyân “Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zayi etme teslim ol” diye bağırdı. Âsım bin Sâbit (r.a.) ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken: Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok. Yayımın kalın teli gerilmiş-tir. Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir.

Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam (üzüntüsünden) aklını kaybeder. Mısralarını okuyordu. Âsım’ ın (r.a.) sadağında yedi ok vardı: Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü. Oku bitince bir çok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki, mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcını sıyırdı, kınını kırıp attı. “Bu ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacağım mânâsına gelirdi.” Sonra da: “Ey Allah’ım ben bugüne kadar senin dînini hıfz ettim (sakladım). Senden bu günün sonunda benim vücudumu koruyup, hıfzetmeni niyaz ediyorum”, diye duâ etti. Çünkü Uhud’da öldürdüğü iki kardeş olan Hâris ve Mûsâfi’ bin Talha’nın anneleri Hz. Âsım’ın kafatasın-da şarap içmeye yemin etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeği va’d etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı. Âsım bin Sâbit’in (r.a.) Allah, Allah nidaları diğer Eshâb’ın nidaları dağları inletiyordu, ikiyüz kişi-ye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezasını görüyorlardı. Âsım (r.a.) en sonunda iki ayağından yaralanıp yere düştü. Kafirler, Âsım bin Sâbit’ten (r.a.) o kadar korkmuşlar-dı ki yere düşünce dahi yanına yaklaşamadılar, uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün orada mevcut bulu- nan on Sahâbîden yedisi şehîd oldu, üçü de esir edildi. Lihyanoğulları Sülâfe binti Sa’d’a satmak için Âsım bin Sâbit’in (r.a.) başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit’in duasını kabul buyurdu ve mübârek cesedine müşrikler el süremediler. Allahü Teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı. “Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını keser alırız” dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ: rahmetini yağmur olarak gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit’in (r.a.) mübârek cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit’in (r.a.) hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Çünkü Mümin kafire teslim olamazdı, olmadı, Allah’da kulunu kafirlerden korudu ve kafirlere teslim etmedi.